Söyleşi: Mehmet Ekinci
Çeviri: Elif Okan Gezmiş
Bilim, teknoloji ve toplum çalışmaları (STS), daha nice katkısının yanı sıra, sosyal bilimcilere doğa ile toplumlar arasındaki bağlantısallıkları kavramaya çalışırken kullanabilecekleri yeni analitik bakış açıları sağlamıştır. Bu bağlamda, antropologları araştırma alanlarına yaklaşımlarını yeniden biçimlendirmeye teşvik ederek antropoloji ve STS kesişiminde, analitik bakımdan zengin, politik/etik bilinç sahibi çalışmaların ortaya çıkmasına da ön ayak olmuştur. Zeynep Oğuz, STS yaklaşımıyla diyalog halinde çalışmalar yürüten bir antropolog olarak, jeoloji alanındaki saha çalışmasından hareketle, IstanbuLab Blog okurlarına bu katkıyı somutlaştıracak örnekler sunuyor. Blog editörlerimizden Mehmet Ekinci’nin kendisiyle yaptığı söyleşide Oğuz, STS’nin antropolojinin analitik repertuarını nasıl zenginleştirebileceğini tartışıyor, gerek bilimin gerekse mühendislerin “doğa” dediğimiz şeyle ilişkisine yeni bakış açıları sunuyor.
Zeynep Oğuz, doktorasını City University of New York’ta Türkiye’de petrol, yeryüzü/yeraltı ve mekân politikalarının antropolojisi üzerine yazdığı tezle 2019’da tamamlamladı. Pek çok uluslararası bilimsel dergide yayımlanan makalelerinin yanında Eylül 2020’de Society for Cultural Anthropology’nin Fieldsights bünyesindeki Theorizing the Contemporary serisinin jeolojik antropoloji temalı özel sayısı için bir dosya derledi ve halen Northwestern Üniversitesi Beşeri Bilimler Merkezi ve Antropoloji Bölümü’nde Çevreci Beşeri Bilimler alanında doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürüyor.
Lisansüstü ve doktorada aldığın akademik formasyonu düşününce bir kültürel antropologsun ama çalışmaların, en azından bildiğim kadarıyla, üç farklı alana temas ediyor: Çevreci Beşeri Bilimler, Coğrafya ve Bilim, Teknoloji ve Toplum Çalışmaları (STS). STS, yekpare bir akademik çalışma alanı değil; araştırmacılar STS ile daha ziyade kendi araştırmalarının ilgili bazı kısımları dolayımında temas ediyorlar. Haliyle de literatürün belirli yerlerine dalıyor, alana dair belirli kavramlar üzerinden düşünmeye başlıyorlar. Bu doğrultuda, üç sorum var: STS senin ilk temasın nasıl gerçekleşti? En çok hangi araştırmacıların çalışmaları seni heyecanlandırdı? Ve bu alan kendi çalışmalarına, ilgi alanlarına somut anlamda nasıl katkı sundu?
STS ile ilişkim, genel tabiriyle doğanın veya çevrenin nasıl meydana getirildiği meselesiyle ilgilenmemle başladı. STS, spesifik dünyayı tanıma biçimlerinin dünyaya dair ne tür belli başlı bilgiler ürettiğiyle ilgilenen bir alan. Bu bilgiler de nihayetinde “olgulara” dönüşüyor. Emily Martin gibi bilim antropologları, Laura Schiebinger gibi bilim tarihçileri, Donna Haraway gibi feminist teknobilim araştırmacıları dünyayı belirli bir şekilde anlama, onunla belirli bir şekilde ilişkilenme, “doğa” ile “kültür”ü birbirinden ayırma pratiklerinin, belirli grupların dışlanma, baskıya ve şiddete uğrama süreçleri üzerinde ne tür etkileri olduğunu ortaya koydular; bunu da, örneğin, ırk politikaları ve cinsel politikalar üzerinden yaptılar. Siyah bedenler ve insanlar “canavarlaştırıldılar” ya da “tam olarak insan değil” muamelesi gördüler. Doğa-kültür ayrımıyla, bu ayrımın iktidarın ırksallaşmış ve cinsiyetleşmiş işleyiş mekanizmaları üzerindeki etkisi arasındaki ilişkilerden yola çıktıktan sonra “doğa”nın nasıl meydana geldiği sorusunu daha detaylı incelemek istedim.
Söylemsel-maddesel bir alan olan “doğa”yı meydana getiren kimlerdir? Gezginler, kâşifler, romancılar, şairler, ressamlar, filozoflardır diyebiliriz elbette. Ama söz konusu listeye çevrecileri, biyologları, fizikçileri, jeologları ve mühendisleri de katmamız gerekir. STS’nin temel başlangıç noktalarından biri, olguların bir yerlerde keşfedilmeyi beklemediği, aksine, bilim insanları ve mühendisler tarafından bilfiil oluşturulduğudur. Bu kişiler de bazı bilinen müşterek bilgi ve kültür yapıları doğrultusunda hareket ederler. Bu bakımdan, onların dünyayı meydana getirdiği söylenebilir. STS’nin bir diğer dev ismi olan Fransız sosyolog ve filozof Bruno Latour’un 1983 tarihli meşhur makalesinin başlığında dediği gibi, Give me A Laboratory, and I Will Raise the World (Bana Bir Laboratuvar Verin, Sizin için Dünyayı İnşa Edeyim). Bu dünya, söylemlerle inşa ediliyor, burası doğru. Ama aynı zamanda pratikler vasıtasıyla maddesel olarak da meydana geliyor. Söz gelimi, dikkatimizi roman yazarlarından biyologlara kaydırdığımızda, sorgumuzun epistemolojik yöneliminde ciddi bir değişim oluyor. Bu durumda doğanın temsillerini araştırmakla kalmayıp bunların nasıl sahnelendiğini, vücut bulduğunu, oluşturulduğunu da gün yüzüne çıkarmayı amaçlamaya başlıyoruz.
Ben de işte bilimin ve bilim insanlarının (keza siyasetçilerin, sanatçıların, aktivistlerin, mühendislerin, vs.) dünyanın oluşumundaki rolüne dair bu tür meseleleri incelemeye başladım. STS’de bir analiz nesnesi, epistemolojik bir kategori, ontolojik bir ikilem olarak ele alınan belirsizlik (uncertainty) kavramı beni özellikle etkiledi. Bunu daha sonra açabilirim. Son olarak bir de, antropoloji ile STS’nin kesişim noktasında çalışan Michelle Murphy, Stefan Helmreich, Anna Tsing ve Donna Haraway gibi araştırmacılardan etkilendiğimi söyleyebilirim. Bu isimler bize, gerek sömürgeci, ırkçı, militarist rejimlerin bilgi üretimi vasıtasıyla (toksisite, doğa, yaşam gibi konularda, örneğin) nasıl inşa edilip sürdürüldüğünü ortaya çıkarma çabalarımıza, gerekse feminist, ırkçı olmayan, sömürgecilikten kurtulmuş çoktürlü dünyaların oluşumuna, toplumsal refah ve özgürlüğün gelişimine dair STS’nin nasıl somut katkılar sunabileceğini göstermiştir.
Mevcut çalışmalarımda özellikle “doğa”nın meydana getiriliş pratikleri etrafında dönen bu meseleler ile (onların politik emareleri) jeolojiyle ve jeolojik unsurlar arasında ne gibi bağlantı noktaları bulunuyor sorusuna odaklanıyorum. Dünya ile iktidarın, ayrıca maddesel olanla olmayanın arayüzüyle ilgileniyorum. Bu arayüzün, bu mekânın nasıl vücut bulduğu üzerine çalışıyorum. Mesela siyasetçiler, jeologlar, mühendisler vs. Dünya’ya, yeryüzüne, ve yeraltına altına dair bilgi ürettikçe, politik sınırlar nasıl şekilleniyor? Bu süreçte ne gibi belirsizlikler ortaya çıkıyor? Bu belirsizliklerin nasıl seyrediyor ve hangi politik, sosyal ve kültürel anlamları taşıyor? Özetle, STS temelli bir yaklaşım sayesinde yeraltının veya belirli (örn. bereketli, sismik, belirsiz, tükenmiş) bir mekân olarak çevrenin teknobilimsel bilgi ve pratikler tarafından aktif biçimde birer eylem alanına nasıl dönüştürülme süreçlerini inceleyebiliyorsunuz. Tahmin edebileceğiniz üzere, tüm bu meselelerin doğrudan etik ve politik sonuçları söz konusu.
Yakınlarda Society for Cultural Anthropology, Fieldsights için Jeolojik Antropoloji temalı özel bir sayının editörlüğünü yaptın. Editörün sunuşu bölümünde de belirttiğin gibi bu sayıda “başka bir Antropos ve başka bir Geos” tahayyül etme cesareti gösteren sosyal ve beşeri bilimler araştırmacılarının kaleme aldığı bir dizi ilginç kısa makale yer alıyor. Bahsettiğin bu antropolojik ve jeolojik tahayyülü biraz açabilir misin? Bu özel sayıda birlikte çalıştığın diğer araştırmacılarla birlikte söz konusu tahayyülü ete kemiğe büründürürken STS kavramları ve düşünme biçimlerinden nasıl faydalandın?
Elbette. Sayının ortaya çıkış hikâyesini tamamen STS açısından bakarak anlatmaya çalışayım. İçinde yaşadığımız dert küpü dünyayı ve ekolojik yıkımın eşiğindeki gezegeni, özellikle de bu gezegende yaşayan Siyah veya Yerli halkların “insan” kategorisinden dışlanıp düpedüz öldürüldüğünü veya ölüme terk edildiğini düşündüğünüzde, etik ve politik açıdan belirli biçme veya “önemseme” süreçlerinin işlediğini görürsünüz. Hangi hayatlar değerlidir, hangileri değildir? Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) bu bakımından çağımızın en önemli siyasi ve ontolojik meselelerinden biri olma özelliği taşıyor. Çünkü Siyah hayatlar aslında önemli değil. Siyah feminist düşünürlerden ve jeofelsefecilerden (örn. Sylvia Wynter, Katherine McKittrick, Denise Ferreira da Silva, Kathryn Yusoff) öğrendiklerim doğrultusunda, doğayı ve doğanin özütlerini yerinden çekip çıkartma (extraction) işlemlerinde ve liberal hümanizme özgü söylemlerde değer biçme/önemseme/meseleleştirme/maddeselleştirme (mattering) pratiklerinin nasıl iç içe geçtiğini ortaya koymayı amaçlayan bir jeolojik antropoloji projesi oluşturmaya çalışıyorum. Bu projenin amacı, jeolojik tahayyülün ve yeryüzü/yeraltına dair bilgimizin belirli bir bağlamda ortaya çıktığını göstermek (tıpkı antropolojinin antropos bilimi olarak doğması gibi). “Neyin atıl ve dolayısıyla yerinden çekip çıkarılabilir (extractable) olduğu düşünülüyor?” sorusu, “Kimin hayatı önemli, kiminki önemsiz?”den bağımsız düşünülemez.
Dolayısıyla, ırksallaşmış sömürgeci veya ulusalcı rejimlerlerle doğa ve kaynak çıkarımı politikalarının birbiriyle doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Tüm bunlar, Elizabeth Povinelli’nin son çalışması Geontologies ile de örtüşüyor. Povinelli cansızla canlı, organikle inorganik arasındaki farkın yönetilmesinin yerleşimci sömürgeci iktidarların geç dönem liberal projelerinde merkezi konumda olduğunu savunur. Bir bakıma, son on yılda araştırmacıların didik didik incelediği biyolojik iktidar rejimleri ve bunların yol açtığı siyaset ve öznellik biçimleri, çok daha temel (ve hatta gezegensel) bir ayrıma dayanır, ki bu da neyin cansız neyin canlı addedildiğidir. Bu doğrultuda, örneğin, sömürgecilik karşıtı veya sömürgesizleştirici bir politik programın gezegensel ve radikal anlamda hümanist bir proje olarak yeniden biçimlendirilmesi gerekir. Burada amaç, Siyah özneleri liberal “insanlık” kavramına dahil etmek değil, liberal “insanlığın” düzenini bozup, onu parçalayıp, Aimé Césaire’ın sözünü biraz değiştirerek ifade edersem, Dünya’nın ölçüsüne uygun çok daha radikal bir insanlık meydana getirmektir (Bu konuyu “Jeolojik Antropoloji” serisi için yazdığım sunuş yazısında ele alıyorum).
Jeolojik antropolojiyle ilgili bir soru daha. Bu özel sayıda diğer araştırmacılarla birlikte çizdiğin araştırma çerçevesi, antropolojiyi, tarihi, sosyolojiyi ve diğer sosyal bilimleri yeni bir analitik merceğe tabi tutuyor. Oysa bu sayıdaki makalelerde anlatılan çok katmanlı maddesel dünyayı jeoloji bilimine yapılan potansiyel bir müdahale (ve davet) olarak da görebiliriz. Çalışmalarının (ve çalışmalarında kullandığın jeolojik antropolojilerin) bu bilim alanına sence ne gibi katkıları olabilir, onu nasıl şekillendirebilir? Çalışmalarının jeologlarla temas ettiği somut noktalar var mıdır? Bize biraz bundan bahsedebilir misin?
Bilimsel bir pratik ve disipliner alan olarak jeoloji, devletlerin kurulmasında, sömürgecilikte, kapitalist maden çıkarma faaliyetlerinin göbeğinde yer almıştır ve jeolojinin bu geçmişle bağlantısını koparmak mümkün değildir. Gelgelelim, geçmişe eleştirel bir gözle baktığı takdirde, gerek kendisi gerekse bilmekle ve dolayısıyla şekillendirmekle görevlendirildiği dünya ve şeyler için farklı bir gelecek kurması mümkün hale gelebilir. Ayrıca, geçmişiyle de yüzleşmelidir. Jeoloji ve dolayısıyla yeraltı mekân ve süreçlerine dair jeolojik bilgi üretimi, madenciliğin ve fosil yakıt çıkarmanın önemli bileşenleridir. Bu süreçleri, sömürgeciliğin ve ulus-devletlerin oluşumunun şiddetli tarihinden bağımsız düşünemeyiz.
Haraway’in bize neredeyse otuz sene önce hatırlattığı üzere, her bilginin tarihsel, sosyal ve yerel bir konumu vardır (bu yerellik, “küresel” olsa bile). Bir önceki soruda verdiğim örneklerden devam edip hidrokarbon vaatler ve kaynak bolluğunun inşası meselesini ele alalım. Şahane bir örnek: 2009 tarihli bir makalede, aktör-ağ teorisi yaklaşımından yararlanan Samer Alatout, Filistin’deki yeraltı suyu “bolluğunun” Siyonist göç ve sömürgeleştirme sürecini 1918-1948 yılları arasında nasıl hızlandırdığını ortaya koyar. STS’den öğrendiğimiz üzere, olgular oralarda bir yerde keşfedilmeyi beklemezler. Aynısı, yeraltına ve onun uzantılarına özelinde geliştirdiğimiz anlayışlar için de geçerlidir. Bunların ekonomik, ahlaki, kültürel ve politik değer kategorileriyle ilişkisi, STS projesinin kalbinde yer alır. Bu bağlamda, STS yöntemleri ve yaklaşımları, maden projelerindeki karar süreçlerine de ışık tutabilir, keza, belli beklentiler oluşturan ve mevcut durumda politik ve toplumsal etkileri olan bilimsel öngörülere de (örneğin, sismoloji). Veya şu soruları sorabiliriz: Jeologlar ve mühendisler, belli bir yeri delmeye veya kazmaya nasıl karar veriyorlar? Ne gibi uzmanlıklar dikkate alınıyor, ne gibi uzmanlık veya bilgiler göz ardı ediliyor ya da marjinalleştiriliyor? Jeologların fosil yakıt konusunda, maden şirketleri ve devletler için yazdıkları raporlarda Bruno Latour’un tabiriyle hangi “endişe uyandırıcı/maddi meseleler” (matters of concern) devreye giriyor? Jeolojiyle STS (ayrıca bilim ve teknoloji antropolojileri) arasındaki diyalog, jeologların da benzer sorular sormalarına, kendi dünya-kurma pratiklerinin etik ve politik boyutlarının bilincine varmalarına vesile olabilir.
Jeoloji projelerine STS açısından yaklaştığımızda maddenin “kaynak” haline gelme sürecine ve bu kaynaklara nasıl değer biçildiğine dair de farkındalığımız artar. Doğu Akdeniz’de bulunan doğalgaza dair süregelen jeopolitik anlaşmazlıklara da benzer sorularla yaklaşabiliriz. Haberleri takip ediyorsanız, tartışmanın devletlerin münhasır ekonomik bölgeleri (exclusive economic zones) ve kıta sahanlıkları (continental shelves) üzerinden yürüdüğünü görmüşsünüzdür. STS bu meselelere müdahale edip “kıta sahanlığı” gibi bir şeyin ne şekilde eyleme döküldüğünü eleştirel bir gözle ortaya koyabilir. Bu jeolojik oluşum, jeologların keşfetmesini bekleyen bir şey değildir; doğayı yöneten belli başlı ölçüm teknolojileri üzerinden belirlenir; kıyı ve su kavramlarının tarih boyunca jeolojik ya da yasal açıdan değişen anlamına bağlıdır. STS bize, kıta sahanlığının tarihte ona, bir anlamda, her şey olup bittikten sonra doğan bir “doğallık” bahşeden epistemolojik ve ontolojik pratiklere bağlı olduğunu gösterebilir. Bunun da elbette geniş çaplı jeopolitik ve ekonomik sonuçları vardır. Bu örnek, jeopolitikanın ne olduğunu nokta atışı gösteriyor: Jeopolitika, Yerküre’nin politikasıdır.
Saha araştırman sırasında mühendislerle çokça vakit geçirdin, ki yakında yayımlanacak kitabının ampirik materyalini de bu saha araştırması oluşturuyor. Sahadaki deneyimlerinden, belki tanıklık ettiğin olaylardan, bunların saha öncesi okuduğun akademik literatürü ne denli doğruladığından veya literatürde ne ölçüde karşılık bulduğundan biraz bahsedebilir misin? Yürüttüğün saha araştırması, bir meslek grubu olarak mühendislere ve gezegensel bir pratik olarak mühendisliğe dair görüşlerini değiştirdi mi? Sahadaki mühendisler hakkında araştırma yürüten çalışan bir antropolog olarak kendini hangi ilişki kesişim noktalarında konumlandırıyorsun? Önümüzdeki dönemde mühendislerle yürütülecek etnografik çalışmalar başka ne tür kesişim noktalarını görünür kılabilir?
Mevcut sosyal bilimler literatüründe mühendislerin teknik anlamda vizyoner, ulus-devlet inşasının olmazsa olmazları, teknokratlar tarafından idare edilen depolitize edilmiş rejimlerin yeniden üretilmesinde etkin rol oynayan aktörler olarak ele alındığını görüyoruz. Bunların hepsi doğru olsa da, sahada ilk fark ettiğim şey, mühendisliğin büyük oranda gündelik pratiklerin biçimsel ve materyal koşulları tarafından tanımlanan bir meslek olduğuydu. Dolayısıyla da mühendislik daha geniş çaplı bir doğal çevreye ve bağlama oturuyordu. Sahadayken fark ettim ki ekoloji, coğrafya ve jeoloji alanlarındaki mühendislik çalışmalarını ve bunun mühendislik pratiği ve öznelliğini oluşturan unsurlardaki kritik etkisini daha önce göz önünde bulundurmamışım. Ayrıca, mühendisliğin teknik sorunları çözmekten ibaret olmadığını fark ettim. Mühendislik, toplumsal sorun ve ilişkilere aracılık etmeyi, bunları yönetmeyi de gerektiriyor. STS, antropoloji, sosyoloji ve tarih alanlarında üretilen bilgi, mühendislerin ulus-devletin (kelimenin somut anlamıyla) inşasındaki merkezi konumunu, onların geliştirdiği projelerin ulus-devlet tahayyülünün ayrılmaz bir parçası oluşunu etraflıca ele alıyor. Oysa biz mühendisleri devletle vatandaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen veya yöneten sıradan aktif aracılar olarak görmüyoruz.
Yine saha araştırmam ilerledikçe fark ettiğim üzere, mühendislik yekpare bir pratik değil. Mühendislikle ilgili okuduğum kitapların büyük kısmı şehircilik bağlamındaydı: binalar, su, atık, kanalizasyon, yol vb. şehir altyapıları. Oysa etnografik çalışmamdaki mekânlar belirgin biçimde şehir olmayan mekânlardı: Kırsal ve vahşi bölgelerdi (burada vahşi sözcüğünü eleştirel açıdan, Jack Halberstam’ın son kitabı Wild Things [Vahşi Şeyler] bağlamında kullanıyorum). Bu bölgelerde, mühendisliğin konumunun, durumsallığının, mühendislik faaliyetlerini birbirinden farklılaştırdığını gördüm. Türkiye’deki petrol sahalarında çalışan petrol mühendislerinin petrol teknisyenleriyle ve petrol jeologlarıyla ortak noktası, sözgelimi inşaat veya sıhhi tesisat mühendisleriyle ortak noktalarından çok daha fazlaydı. Bunun tek sebebi, aynı yerleşim çevrelerinde faaliyet göstermeleri değildi üstelik. Her gün çözmeleri gereken sorunların tamamen jeolojik ve ekolojik sorunlar olması da önemli bir etkendi. Bir bakıma, bu kişiler her zaman sahadaydılar. (Sıhhi tesisat mühendislerinin sahada çalışmadığını iddia etmiyorum elbette. Fakat onlar farklı bir sahada, farklı tür bir şehir ekolojisinde çalışıyorlar.) İşte bu nedenle bugünlerde sahada icra edilen bilimlere, onları laboratuvar bilimlerinden nelerin ayırdığına, onları saha çalışmasıyla meslek icabı iştirak eden antropoloji gibi sosyal bilimlere yaklaştıran unsurlara ayrıca ilgi duyuyorum.
“Saha”yı bir tür varoluşsal dönüşüm zemini olarak romantikleştirmekten imtina ederek, sahanın dönüştürücü bir mekân olduğunu, hatta insanların kârı veya değeri maksimize etmeye yönelik kaynak çıkarımına hizmet etmek amacıyla petrol mühendisi veya petrol jeoloğu olmayı tercih ederkenki şevklerini kırma potansiyeli taşıdığını öne sürmek istiyorum. (Burada “saha”yı insanlarla insan olmayanlar arasındaki açık ilişkilerden, gerek ekolojik, biyolojik ve jeolojik etkileşimlere gerekse kişisel, ulusal ve kolektif hayaletlere dayanan dayanan gezegensel süreçlerden meydana gelen karmaşık bir alan olarak tasavvur ediyorum.) Sahanın canlılığı, tekinsizliği ve aşırılığı, bu gözle bakıldığında, insanı beklenmedik açılardan huzursuz edebilir. Saha çalışmamda tanıştığım mühendis ve jeologlar tam da bunu yaşamışlardı. Özellikle de petrol jeologlarının faaliyet gösterdikleri mekânlardaki insan olmayan canlılarla yakınlaştıklarını ve onlara uyum sağlamaya çalıştıklarını gözlemledim. Keza bu faaliyetlerin onları mecbur kıldığı gezegensel yönelimlerle de benzer bir uyum içindeydiler. Yani, devlete ve şirkete karşı pozisyonları da, bu anlamdaki öznellikleri de son derece çatışmalıydı. Bu nedenle, sahada yürütülen çalışmalarına özgü bu tür açıklık, karmaşıklık, dağınıklık ve belirsizliklerin biliminsanlarını veya mühendisleri, kamuya veya çalıştıkları şirkete karşı sorumlulukları bir yana, ne tür hassasiyetlere sevk ettiği üzerine düşünmeye çalışıyorum.
Üzerine çalıştığın spesifik mühendislik sahalarının jeolojik (düzlük, dağ ve mağaralardan çıkarılacak doğal kaynaklar), epistemik (matematik denklemleri, bilimsel literatür, politika belgeleri) ve teknolojik (delme makineleri, inşaat ekipmanları, ölçüm araçları) unsurlardan müteşekkil olduğunu varsayalım. Kuşkusuz, bu kategoriler işlevsel veya ontolojik açıdan birbirini dışlayan net ayrımlarla belirlenmiyor. Bu üçlü bana “taş, kâğıt, makas” oyununu hatırlatıyor. Jeolojik bileşenin taşa, epistemiğin kâğıda, teknolojik bileşeninse makasa karşılık geldiğini düşünürsek, oyunun kuralları hakkında araştırma yürüttüğün bu unsurların maddi gerçekliğini yansıtıyor mu?
Bu analoji bana, STS’nin bilimsel pratiği kavramsallaştırmasında merkezi rol oynayan deneysellik (experimentation) ve edimsellik (performativity) kavramlarını çağrıştırdı. Söyleşimizin başlangıç noktasına geri dönelim: Daha önce bilimin dünyaları nasıl sahnelediğinden söz etmiştim. Bruno Latour, Hans-Jörg Rheinberger, Andrew Pickering ve Annemarie Mol gibi STS araştırmacıları, farklı farklı yollardan da olsa, laboratuvarın, sahanın ve tıbbi bilimlerin deneyci ve edimsel boyutlarını, onların dünyaları yaratma güçlerinin kilit bileşenleri olarak ele alırlar. Bu yazarlar, materyal olanla ve sembolik olanın birbiriyle ilişkilenme biçimlerini yeniden düzenleyerek Casper Bruun Jensen ve Atsuro Morita’nın tabiriyle “pratik ontolojiler” üretirler. Bir bakıma, kavramsal bir metafor olarak kullandığın taş-kâğıt-makas oyununu belli bir jeo-tekno-epistemik ontoloji üreten edimsel bir deney olarak düşünebiliriz.
Dolayısıyla, belki de bu jeoloji-teknoloji-epistemoloji üçlemesinde eksik olan şey, tarihsel politik ontolojidir, ki bu da oyunun kurallarına karşılık gelir. Tarihsel politik ontoloji derken, bu alanlar (geo, tekhne, episteme) arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine (Strathern’e atıfla) işaret ediyorum. Mevcut düzende taş, kâğıdı kırar; kâğıt, taşı kaplar; makas, kâğıdı keser. Teknik ve bilgi genellikle devletin veya kapitalizmin hizmetindedir; jeolojik olan bazen kâğıda üstün gelir evet ama kâğıt onu tam manasıyla kapsar.
Oysa antropolojik zeminde, başka bir dünya veya taş-kâğıt-makas arasındaki ilişkinin çok daha farklı olduğu bir oyun tahayyül etmek olasıdır. Bu bağlamda amaç, kâğıdın taşı kaplamadığı, bunun yerine, mesela taşların kâğıdın katmanları arasında ufalanıp nefis bir pastaya dönüştüğü farklı bir oyun hayal etmektir. Dolayısıyla, bence maddesellik ne oyunun kurallarına ne de oyunun bileşenlerine (taş, kâğıt, makas) indirgenebilir. Maddesellik, oyunun da bir parçası olduğu koca dünyanın yapılandırıcı ve yapılandırılmış bir öğesinden ibarettir. Oyunun kuralları bir değişegörsün: Islak kâğıdın, ufalanmış taşın, sökülmüş makasın farklı maddesel ve siyasal potansiyelleri ortaya çıkacaktır.
Yayına Hazırlayan: Aybike Alkan, Doktora Adayı, Koç Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü