Aybike Alkan, Duygu Kaşdoğan, Maral Erol
Pandemi döneminde birçok kolektif gibi bizler de dijital ortamda bir araya gelerek beraber düşünme ve karşılıklı öğrenme süreçlerimizi devam ettirmeye çalıştık. Metin okuması yapmak ve okunan metin üzerinden tartışma yürütmek bu süreçte bizlere alan açan önemli bir pratik oldu.
Bu yıl içinde Bülent Şık’ın Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler kitabını (2020) beraber okuyup tartıştıktan sonra kendisiyle çevrimiçi bir buluşma gerçekleştirdik. Çoklu krizlerin ve değişen yaşam koşullarımızın içerisinden yeni deneyimler edinerek geçmeye ve IstanbuLab olarak rotamızı yeniden belirlemeye çalıştığımız bu dönemde okuduğumuz bu metin ve yaptığımız sohbet bizlere ilham vererek yeni sorular sormamıza vesile oldu. Pandemi öncesinde kamusal bir etkinlik olarak yüz yüze yaptığımız STS Muhabbetleri bir anlamda biçim değiştirdi. Bu yazı da sevgili Bülent Şık ile gerçekleştirdiğimiz muhabbetin izlerini paylaşarak kayıt tutmayı amaçlıyor. Keyifli okumalar.
“Mevcut kötüye gidiş karşısında umutla, sabırla, dirençle yaptığımız her şey gelecek zamanlar, zor zamanlar için elde mevcut bir maya işlevi görecektir. Dolayısıyla sorunları iyi betimlemekten, kayıt tutmaktan, çözüm arşivi oluşturmaktan, bir tanık olmaktan, doğru bildiğimizi yapmak ve çabalamak inadından, o soylu inattan vazgeçmemek önemli.” Kitabın önsözünde bunları dile getiriyor Bülent Şık. Salt bir niyetten ibaret de değil söyledikleri; kendi yaşantısında böylesine bir inadı nasıl eyleme döktüğüne de tanık oluyoruz. Bir bilim insanı olarak Bülent Şık’ın bizlere sunduğu mayalar çoklu; ancak Türkiye’de eleştirel bilim çalışmaları alanına armağan ettiği mayanın beslenmesi ve çoğaltılması gerek. Bu mayanın bileşenlerinin bir anlatısını nasıl sunabiliriz diye düşündüğümüzde 3 temel hattı görünür kılmayı önemli bulduk: Hikaye anlatıcılığı ile insan merkezli yaklaşımların sınırlılıklarının ötesine nasıl geçilebilir? Doğa bilimleri ve toplum bilimleri arasında nasıl bağlar kurulabilir? Bilimsel olanla toplumsal olan eş zamanlı olarak nasıl değerlendirebilir?
Şık’ın kitapta anlattığı hikayelerin çoğu, doğaya ve doğadaki varlıklara duyulan merak, hayret ve hayranlıkla örülü: Bitkiler, arılar, geyikler, serçeler, akarsular, mantarlar, ağaçlar, eğreltiotları, mikroorganizmalar ve bunların insanlarla ilişkileri… Gezegendeki yaşamın olağanüstü karmaşıklığı farklı hikayelerle bizlere görünür kılınıyor. Hangi sorun alanından ya da yaşam türünden yola çıkarsak çıkalım, bu hikayeler bizi bir ilişkisellik içinde düşünmeye davet ediyor.
Şık ile söyleşimiz sırasında “insanla insan dışı arasındaki sınırı nasıl çizeriz ya da çizebilir miyiz?” sorusunu tartışırken insanın da içinde olduğu karmaşık ilişkiler ağını nasıl anlamlandırabileceğimizi beraber düşündük. Örneğin, mikroorganizmaların bedenimizdeki rolünü, özellikle de bağırsak mikroorganizmalarının bağışıklık sistemi üzerindeki etkisini düşünürken, ayrı bireylerden değil bir çokluktan, simbiyotik bir varlıktan bahsetmek gerekiyor. Ekolojik yaklaşım insan bedenini de içeren karmaşık ilişki ağlarına daha dikkatli bakmaya, farklı hikayeleri dinlemeye davet ediyor bizleri. Yine de, çevresel yıkım ve biyoçeşitlilik kaybı gibi sorun alanları üzerine konuşup çözümler üretmeye çalışırken çoğunlukla bu sorunları insan yaşamına değdiği yerlerden değerlendiriyor oluyoruz. Pestisitlerin, toksik kimyasalların zararlarını ancak insanlara ekonomik fayda sağlayan bir tür olan bal arılarının ölümü üzerine fark edilmesi ve anaakım ziraat camiasında pestisit kullanımı ve faydacı bakış açısını bırakmaya dair bir eğilim olmaması buna bir örnek. Böylesine faydacı bir yaklaşımın sürekli yeniden üretiliyor olmasının bir nedeni de insanı doğanın ve diğer varlıkların dışında hatta üstünde konumlandırmaktan kaynaklanıyor. Genel eğilim, toksik maddeleri kullanmayı bırakmak değil de arıları öldürmeyen bir kimyasal geliştirmek, ya da sudaki pestisit kalıntısını giderecek cihazlar tasarlamak gibi yöntemler bulmak üzerine.
Sorunların çözümünü toplumsal, siyasal ve ekolojik bir anlayış geliştirerek değil de, mühendislik alanının nesnesi haline getirerek çözüm aramak STS tartışmalarında sıklıkla karşılaştığımız ‘teknik ayar’ (technological fix) eleştirilerini hatırlatıyor: toplumsal sorunun teknik müdahalelerle çözülemeyeceğine dair eleştirileri… Bu eleştiriler eş zamanlı olarak mühendisliğin doğa bilimleri ve sosyal bilimlere karşı ve onların üzerinde konumlanması temelinde yapılsa da, doğa bilimlerinin kendi içindeki hiyerarşik yapının da ‘teknik ayar’ yaklaşımında önemli bir rolü var. Şık’ın söyleşimizde de vurguladığı üzere, mühendisliğin ve bugün medeniyet olarak nitelediğimiz yaşam biçimlerinin temelinde yatan fizik, bilim felsefesinin temel konularından olan nesnellik ve kesinlik anlayışına da temel oluşturuyor. Şık buradan yola çıkarak fiziğin yerine biyolojiyi koysak böyle bir kesinlik anlayışını bulamayacağımızı, biyolojideki karmaşık ilişkisel örüntülerin buna izin vermeyeceğini vurguluyor. Doğa bilimleri arasındaki bu ayrımlar ve onlar arasında kurulan hiyerarşiler, bilim dünyasının asli meselelerine de ışık tutuyor: Şık’ın ifadesiyle, “temel meselemiz yeryüzündeki yaşamın devamlılığı olsa biyolojiye daha çok odaklanırdık.” Peki “biz” kimiz ve odağımızı ne belirliyor? Bu sorular, sohbetin yönünü, söyleşimizin ikinci temel hattını oluşturan disipliner ayrımlar ve disiplinlerarasılık meselelerine çeviriyor. Çünkü hayatımızla doğrudan ilişkili olan meseleler ve bunlara yönelik ilgi arasındaki bağlar üzerine düşünmeye, bir mühendisin mesleki merakının ve ilgisinin nerelerden beslendiğini anlamaya ve bunu sorunsallaştırmaya yönelik bir ihtiyaç var ve bu ihtiyaç aynı zamanda toplum bilimlerine duyulan ihtiyaç da demek.
Şık, söyleşimize de ortam hazırlayan kitabı vasıtasıyla bu ihtiyaca yönelik de bir adım atmış oluyor ve böylece kitabını kitapçı raflarında yanında durması muhtemel diğer kitaplardan da ayırıyor. Çünkü Şık bize bilim dünyasını anlatıyor, ama bunu duymaya alışkın olduğumuz bir şekilde yapmıyor. Bu farklılığı Şık’ın kendi ağzından dinlemek için, ona kitabının popüler bilim türünden nasıl farklılaştığını sorduğumuzda “bizi yeryüzüne bağlayacak” olanın neden hikayeler olduğunun da cevabını veriyor. En başta popüler bilimin şiar edindiği nötr anlatı iddiasının talihsiz bir anlatı olduğunu söylüyor ve ardından “bilim yazını başka türlü bir yazın olabilir mi?” diye soruyor. Sorunun cevabı ise kitabın içindeki hikayelerde saklı. Bu hikayeler salt nesnellik iddiası taşıyan cümlelerle örülü değil; bilim ve toplumsal meseleler arasındaki bağlarla örülü. Şık, iyi bir hikâye anlatıcısı olarak disiplinler arası sınırların önemini yitirdiği mekanlarda, farklı bilgi türleri ve bilme biçimleri arasında özgürce dolaşabiliyor. Bilmek ve anlatmak arasındaki bu birbirine bağlı ilişki, bilimsel bilginin kamulaştırılması ya da bilim iletişimi alanını da ilgilendiren önemli bir mesele.
Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler alışık olduğumuz bilim iletişimi tartışmalarının ötesinde farklı bir alan açıyor: Bilim insanlarının teknik terimleri ve karmaşık bilimsel süreçleri günlük dile tercüme edip basitleştirerek kamuyla paylaşması değil asıl mesele. Yeryüzüyle bağımızı salt öğrenerek, bilerek kurmuyoruz; duygudaşlıkla, duygulanımlarla bağlar kuruyoruz. İşte hikaye anlatıcılığı bunu mümkün kılıyor. Dünyaya fırlatılmış insanın yıkıcı edimlerini derinlemesine algılayıp fark etmemizi sağlarken edimlerimizin sorumluluğunu almanın önemini de hatırlatıyor. Diğer bir deyişle, edilgen bir bilgi alıcısından, derinlemesine düşünen etkin bir özneye kapı aralıyor hikayeleri dinlemek. Kekik, kırmızı karınca ve korubeni kelebeğinin yakın ilişkisini anlatan bir hikayeyi dinlerken yaşamsal süreçleri farklı bir biçimde algılamaya başlıyoruz. Bitkilerin yeryüzünün en iyi kimyacıları olduğuna tanıklık ederken insan kibrinin sorgulanmasına bir alan açılmıyor yalnızca; eş zamanlı olarak bizi bilim ve toplum arasındaki sınırlar üzerine düşünmeye çağırıyor. Bilimsel edimin, bilimsel bilgi üretimi ve paylaşımının değerini yeniden sorguluyoruz. Ürüne ve hizmete dönüştükçe değerlenen, yani iktisadi ve toplumsal fayda sağladıkça kabul gören bilimsel bilginin ötesinde, bilimle farklı bir biçimde ilişkilenmenin mümkün olabileceğini gösteriyor bize Şık. Bilim dünyası içerisinden ve bilim dolayımıyla yeryüzüyle bağlarımızı ve verdiğimiz zararları nasıl fark edebileceğimizi ve böylesine bir farkındalığın toplumsallığını bizlere gösterirken toplumsal olanla bilimsel olanın ayrışık olmadığını deneyimliyoruz. Özellikle bu minvalde, Şık’ın kitabı popüler bilim kitabı kategorisine indirgenemeyecek bir anlatı sunuyor. Hızlı reçeteler ve çözümler önermek yerine okuyucu olarak bizlere birçok yeni soru sorduruyor ve böylece merakımızı sürekli canlı tutuyor.
Yayına Hazırlayan: Hacer Ansal & Özgür Narin