Thursday, March 28

İlaç Endüstrisi ve Sağlığın Sermayeleşmesine Dair Ulusötesi STS Araştırması Yürütmenin İşaret Ettikleri: Kaushik Sunder Rajan ile Söyleşi

Söyleşi: Aybike Alkan ve Öznur Karakaş
Çeviri: Öznur Karakaş ve Mehmet Ekinci
Teknobilimin Politik Ekonomisi (I)

Çeşitli etkinlikler kapsamında daha önce Nisan 2019’da İstanbul’da ağırladığımız Kaushik Sunder Rajan ile Aybike Alkan ve Öznur Karakaş söyleşti. Chicago Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak Bilim ve Teknoloji Çalışmaları’na devam eden Sunder Rajan’ı Metis Yayınları’nın Türkçeleştirdiği Biyokapital: Genom-Sonrası Hayatın Kuruluşu kitabıyla tanıyoruz. Biyokapital’in ardından küresel ilaç araştırma-geliştirme süreçlerine odaklandığı Pharmocracy kitabını yayınlayan Sunder Rajan’ın yaşam bilimlerine getirdiği politik ekonomi eleştiri, yaşadığımız pandemi ve beraberinde gelen ilaç-aşı çalışmalarının küresel eşitsiz dağılımını STS merceğinden araştırmak ve anlamak adına önemli. Söyleşi boyunca STS araştırma alanının ulus-devlet ve Avrupa-Amerika merkezci yaklaşımlarını -özeleştirel noktalara da değinerek- tartışan Sunder Rajan, bizlere hem kendi somut çalışmaları hem de politik dünya görüşü üzerinde derin iz bırakmış Amerika ve Hindistan akademisi figürlerini spesifik örneklerle anlatıyor. İyi okumalar dileriz.

Özgeçmişinizde, ‘Güneyden’ gelen araştırmacı konumunuzdan bilhassa bahsediyorsunuz. Bizler de ‘Güneyden’ araştırma yürütmekle bilhassa ilgileniyoruz. Bu sizin için ne demek? Ulusötesi bilim ve teknoloji çalışmaları (STS) hakkında ne düşünüyorsunuz ve sizce bizim çalışma alanımızda ‘Güney’in’ gerçekliği ne kadar vurgulanıyor? Bunlara ek olarak, Hindistan’da STS’nin tarihi ve gelişimi ile ilgili ne söylersiniz?

Burada iki ayrı soru soruyorsunuz. İlk soru, benim bir araştırmacı olarak bulunduğum konum (situatedness), ikincisi ise bir çalışma alanı olarak ‘‘ulusötesi STS’’ hakkında. Benim entelektüel güzergahım düşünüldüğü zaman, elbette bu iki soru ilişkili, ama bir yandan da birbirinden ayrı sorular bunlar. O yüzden sırayla cevap vermek isterim.

İlk soru söz konusu olduğunda, cevabım bunun sadece bir kimlik meselesi olmadığı yönünde olacak. ‘‘Hintliyim o halde Güneyliyim,’’ demek yeterli değil. Ne de olsa ABD’de İngilizce konuşulan elit bir kurumda ders veriyorum. Yani, bilgi ürettiğim ve ders verdiğim kurumun konumu açısından pek öyle “Güneyli” değilim. Bu durum bilhassa önemli, çünkü bugünün Hindistan siyasi bağlamı göz önünde bulundurulduğunda, ki size de tanıdık geleceğini düşünüyorum, ABD’deki üniversiteler nispeten güvenli alanlar sağlıyor. Hindistan’a gidip oradaki meslektaşlarım ve yoldaşlarımla ya da aktivistlerle sohbet edebilir vs. sonra da oradan ayrılabilirim. Ama Hindistan üniversitelerinde asıl mücadeleyi veren araştırmacılar ve öğrenciler orada kalırlar, hele de araştırma üniversitelerinin devlet tarafından taarruz altında bırakıldığı bir bağlamda. Bu tür bir bağlama, bu tür manzaralara sizin de aşina olduğunuzu biliyorum.

Dolayısıyla, ‘‘Güney’den’’ yayın üretmek sorusu sadece kimlikle sınırlandırılamaz: ‘‘Hintliyim ve bu yüzden Hindistan hakkında kalem oynatma yetkinliğine sahibim.’’ Hayır. Söz konusu soru hesap verebilirlik meselesiyle birlikte düşünülmelidir: kişi ürettiği çalışmanın dolaşıma girebileceği söylemsel ve siyasi ortamdakilere karşı -ki bu ortam [Kuzey] metropol akademilerinden bir hayli farklıdır- karşı nasıl hesap verebilir? Bu, bir bakıma politik konumlanışla ilgilidir: kişi farklı yerelliklerde bulunması sonucu ürettiği çalışmayı hangi bağlamlarda ve hangi aracılar huzurunda, nasıl aktarır? Ama aynı zamanda, araştırma üniversitesinin tabiatı hakkında bir soru da söz konusu. Güneyli olup metropol üniversitelerinde ders veren ve yayın yapan araştırmacılar, her daim farklı politik bağlam ve durumlarda bulunan okuyuculara hitap ederler, farklı yerlerde farklı yollarla dolaşıma giren yayınlar üretirler, buna ABD’deki aktivizm, advocacy ya da policyler adına farklı konumlanmış üniversiteler de dahil.

Bu durum benim için birkaç açıdan önem teşkil ediyor. Öncelikle, en basitinden, Hindistan’da araştırmam için aracı olan kişileri yüzüstü bırakmamak adına etik sorumluluğum var. Bu çoğu zaman kolay değil. Mesela, en son kitabım, Pharmocracy, Hindistan’da somutlaştığı halleriyle temel ilaç ve tıbbi ürünlere erişimin politik yönleri ve etik olmayan klinik araştırmalar hakkında. Ampirik olarak kitap Hindistan’a özgü meselelerle ilgili. Ama aynı zamanda, sağlık ve hastalık, yaşam ve ölümün vücut bulduğu konumsal politikalar anlamında küresel politik ekonomiyi de ilgilendiriyor. Teorik olarak, bu küresel politik ekonominin bileşenlerini öncelikle akademik bir okuyucu kitlesine hitaben kavramsallaştırıyorum. Bu durum, Marksçı anlamıyla değer teorisiyle angaje olmamı ve ilaç endüstrisinin finansallaşmasının -sadece sağlık değil potansiyel olarak demokrasi adına da- şiddetli küresel sonuçları hakkında konuşmamı gerektiriyor. Ampirik olarak öne sürdüklerim Hindistan’daki ilaç politikalarına özgü -bir mahkeme davası ya da etik olmayan klinik araştırmalar hakkında bir skandal gibi- birkaç önemli olayın izini süren etnografik araştırmaya dayanıyor.

Bu çalışma Amerika (ya da Avrupa) akademisinde dolaşıma girince, ciddi derecede politik meselelere işaret ediyor, ama öte yandan da çalışma, yayınlandıktan sonra bile, söz konusu politik meselelerin gözler önüne serilmeye devam ettiği anlık söylemsel ve politik ortamdan soyutlanmış halde. Diğer bir deyişle, kitabın temel argümanı, Amerikan üniversitelerindeki okuyucuları tarafından politik yönleriyle değerlendirilse de, çalışmanın hesap verebilir olmayı sürdürmesi gereken özgül politik bağlamın uzağındadır. Aynı çalışma Hindistan akademisinde dolaşıma girdiğinde, üniversite ve aktivizm/siyasa yapıcılık arasındaki sınırların çok farklı konumlandığı bir bağlamda dolaşmaktadır. O yüzden, ilaç endüstrisinin finansallaşmasının eleştirisi, Marx ile felsefi bir angajmandan ibaret değildir; Hindistan üniversitelerinde ve sivil toplumunda yer alan yoldaşlarla politik strateji ve taktik geliştirme hakkında devam eden diyaloğun parçası olur ancak. Güney’den çıkan bu çalışmanın sorumluluklarını yerine getirebilmesi için, öncelikle bu tür diyaloglara açık ve yoldaşlarıma hesap verebilir olması gerekir.

Ancak, ‘‘Güneyli’’ akademik araştırmacılığın politik yönelimleri sadece ‘‘Güney’’ halk, kurum ve mücadelelerine doğru değildir. Bu yönelim, benim metropol üniversitesindeki ders verme pratiklerimi de şekillendirir. ABD’deki öğrencilerime etik açıdan doğru etnografinin sadece rıza formu protokollerinin resmi işlemlerine riayet etmek değil, ayrıca söz konusu etnografik çalışmanın dolaşıma gireceği başka politik ve söylemsel ortamlara dikkatle yaklaşmakla ilgili olduğunu öğretmeye çalışıyorum. Daha da önemlisi, bir öğretmen olarak, Amerikan üniversitelerindeki yabancı öğrencilere -bu öğrencilerin pek çoğu başka yerlerde cemaat pratikleri adına bağlılık gerektiren ama burada akademik profesyonel kariyer geliştirme adına muğlak sayılacak pek çok işle meşguldür- bu bağlılıklarını muhafaza etme ve güçlendirmede yardımcı olacak alanları sağlamaya çalışıyorum.

Dolayısıyla, Güney çıkışlı bir araştırma yapmak demek, biraz da metropol üniversitesinde bir öğretmen, bir öğrenci, bir araştırmacı olarak diaspora mensubu bir entelektüel olmak demektir. Bu üniversiteler ki tarihsel olarak bugün ‘‘Güney yarımküre’’ dediğimiz yerden özütlenen (extracted) bilgi üretim ilişkileri sayesinde gelişmiş disipliner mekanlardır. Gayatri Spivak, metropol üniversitelerinde karşılaştırmalı edebiyat ve alan çalışmaları gibi disiplinlerin yeri üzerine geliştirilen düşünceler hakkında on yıllardır kafa yoruyor.  Aslında şu anda size sadece Spivak’ın pes etmeden dile getirdiği sorun ve bağlılıkları -ve metropolde bilgi üretiminin eleştirisini- anlatıyorum.

Ulusötesi STS’e dair sorunuza vereceğim cevap, dolayısıyla, araştırma üniversitelerinin farklılaşmış özelliklerini, onların uzmanlık ve savunuculuk (advocacy) pratikleriyle farklılaşmış ilişkilerini göz önünde bulundurmalıdır. Ancak, bir çalışma alanı olarak STS’in entelektüel şecerelerini (geneaology) düşününce, sorunuzun oldukça karmaşık bir cevabı vardır ve size sadece bazı özgül konumlu kısımları sunabilirim. STS çok sayıda farklı kökeni olan bir alandır ve konumlandığınız yere göre bu soruya verilecek yanıtlar farklı olacaktır. STS’nin ulusötesileşmesini ilgilendiren birkaç konuşmaya dahil olmuşluğum var. Bu konuşmaların her biri, STS’nin ilk 20-30 yılında oldukça dar görüşlü bir Avrupa-ABD disiplini olduğu düşüncesinin kabulünden ortaya çıkmıştı. Sanırım bu durum çok sayıda araştırmacı tarafından tanınmış, daha fazla ulusötesi, dar bir alana sıkışmayan bir STS inşa etme adına pek çok girişimin de önünü açmıştı.

Bahsettiğim girişimler hakkında daha fazla konuşmadan önce, STS’yi ulusötesi kılmanın, sadece dünyanın başka yerlerinde STS çalışması yürütmekten ibaret olmadığını vurgulamak isterim. Bu mesele aynı zamanda Batı’daki bilimi taşralaştırmakla ilgilidir. Bana sorarsanız, alanın en etkili postkolonyal bilim çalışmalarının Amerikan bilim kurumlarını Amerika’nın politik ve jeopolitik tarihleriyle ilişkilendiren çalışmalar olduğunu söylerim. Mesela meslektaşım Joe Masco’nun Amerikan nükleer müesses nizamı ve güvenlik devleti hakkındaki çalışmaları. Masco’nun etnografileri, ABD’de konumlanmıştır ama ortaya çıkan çalışma ‘‘Amerika’’yı spesifik anlamda işaretler, yerleşimci sömürgeci tarihlerinin ikamet ettiği bir yer olarak inceler ve jeopolitik güç ilişkilerine odaklanır. Yani ulusötesi STS, sadece Avrupa veya Kuzey Amerika dışında STS yapmak anlamına gelmiyor. Ulusötesi STS çalışmaları, Avrupa’yı ve Kuzey Amerika’yı da taşralaştıran STS çalışmalarıdır. İlk söylemek istediğim bu.

Benim için çok mühim ulusötesi STS araştırma gruplarından ikincisi ise, geride kalan 20 yıldır Sheila Jasanoff ve Bilim ve Demokrasi Ağı (Science and Democracy Network) tarafından başlatılanlardır. Bu araştırmaların büyük bir kısmı ampirik olarak Avrupa-Amerika merkezci ama yine de ulusötesi STS’nin en güzel örneklerini teşkil ediyor; çünkü yine bu mahalleri taşralaştırıyor, ilgili Avrupa ve Amerika ulusal ve küresel yönetim rejimleri dolayımında spesifikleştiriyor. Örneğin, Jasanoff’un kendi çalışmaları biyoteknolojilerin ABD, Birleşik Krallık ve Almanya’da, her birine özgü politik kültürlerden ötürü farklı şekillerde denetlendiğini gösteriyor. Evet, bu da ulusötesi STS çalışmalarına verilecek ikinci örnek.

Üçüncü bir ulusötesi STS girişimi, doktora tez danışmanım Michael Fischer’ın doktora yaptığım programın, MIT STS Programının, bir parçası olarak inşa etmeye çalıştığı ve ‘‘küresel STS’’ olarak adlandırdığı bir girişimdi. Bu sizin sorunuza daha yakın bir örnek. Gerçekten ampirik ve etnografik bir derdi olan, gerçekten sağlam etnografik bir dertle dünyanın geri kalanında olan teknobilimsel gelişmelere dikkat eden, bir yandan da bunların küresel süreçler olduğunun farkında olan bir yaklaşım. Daha önce de tarif ettiğim gibi, bu benim çalışmalarıma en çok yansıyan değerler sistemidir (ethos). Diğer bir tabirle, Mike’ın öğrencilerine öğrettiği küresel STS Hindistan, Singapur, Japonya ve Türkiye gibi yerlerdeki bilim ve teknolojilere odaklanıyordu ama bunlar sadece birer vaka çalışması değildi, bu ülkeler birer dünya-kurma mahaliydi.

Mesela Fischer yirmi yılı aşkın süredir Singapur’daki bilimsel kurumların -özellikle yaşam bilimleri- gelişim süreçleri üzerine çalışıyor, ve bu ortamı biyolojik araştırmaların küresel anlamda yeni yeni beliren bir merkezi olarak değerlendiriyor. Fischer’ınki ulusötesi ilişkilerin ve küresel iktidar yapılarının hem sürdürüldüğü hem de yeniden oluşturulduğu bağlamlardan yeni gelişen teknobilim ve sermaye merkezlerine odaklanarak geleneksel ‘‘metropol’’ ve ‘‘çeper’’ anlayışlarını yeniden yazan bir çalışma. Kişi küreselleşmeyi süreç devam ederken kuramsallaştırıyor.

Ulusötesi STS’nin dördüncü ardışık ayağı ise alanın kurumsallaşmasıyla ilgili. Özellikle Society for Social Studies of Science (4S), STS’nin küresel anlamda inşası anlamında aktif olarak çaba gösterdi. Birkaç yıl önce Gary Downey 4S başkanıyken kurumun konseyinde ben de rol aldım ve ulusötesi STS’nin kurumsallaşmasının Gary için çok önemli olduğunu biliyorum. Bence daha sonra Lucy Suchman’ın ve elbette Kim Fortun’un başkanlıklarında da bu dert önemli olmaya devam etti. Onların kurumsal siyasetinin pek çok adımında bu kaygı merkezi önem taşıdı. Bence Gary’den önce de durum buydu. Bence son on, on beş yıldır, 4S, küresel STS oluşturmaya ciddi yatırımlar yapan bir kurum, bunun örneklerinden biri mesela dört yılda bir 4S’i Avrupa-Kuzey Amerika’nın dışına taşımaya çalışmak, yakın gelecekte Afrika’da ilk 4S konferansını düzenlemeye dönük samimi istek. Gary bunu gerçekten çok ciddiye alıyordu. Bunlar çok önemli, bunlar dünyanın diğer yerlerinde STS topluluklarının gelişmesiyle bir arada gidiyor. Japonya başlarda çok canlıydı, Türkiye de öyle muhakkak. Bu noktada bir şey söylemek istiyorum. Bence bu tarihte East Asian STS (EASTS) dergisinin çok mühim bir yeri oldu. Bence pek çok açıdan, en iyi, en dinamik STS dergilerinden biri EASTS, çünkü tam da bu dediğimizi gerçekleştiriyor. Yani bu sadece bir alan çalışması dergisi değil. Gerçekten de STS’nin kuramsal tartışmalarına temel teşkil eden müdahalelerde bulunuyor ama Doğu Asya merkezli, bilhassa Japonya, Tayvan, Kore ve Singapur’daki STS topluluklarının enerjisi EASTS etrafında dönen konuşmalara yansıyor. Bence EASTS ulusötesi STS çalışmalarının inşası ve kurumsallaşması, alanın merkez noktalarının yeniden kayda geçmesi adına hayati önem taşıyor.

Sorunuzda belirttiğiniz Hindistan’daki STS çalışmaları hakkında pek bir şey söylemedim. Ben STS alanına dahil olduğum zamanlarda, “Hindistan çıkışlı STS” dendiğinde 80’lerde ve 90’larda ortaya çıkan belli bir eleştirel yaklaşımdan bahsediliyordu, bu Batı biliminin Hintli eleştirisiydi. Belki bu tür çalışmalara aşinasınızdır; J.P. Uberoi, Shiv Visvanathan ve Ashis Nandy’nin çalışmaları. Batı bilimine dönük eleştirilerin tamamı, Batı biliminin sömürgeci mirasını ve onun susturduğu diğer bilgi türlerini eleştiriyordu. Sanırım bugün farklı türden bir STS konuşması söz konusu, Hint siyasi bağlamı dışında Batı biliminin kurumsallaşmasıyla ilgili, benim eserlerimin de bunun bir parçası olduğunu düşünüyorum, ancak Kim Fortun’un Astım Dosyaları (the Asthma Files) ve benzer projelere baktığınızda -ki bu projenin Hindistan’da da pek çok Hintli araştırmacıyla birlikte bir araştırma ayağı var- STS’yi oluşturan farklı bir çerçeve görüyorsunuz.

Belki bununla ilgili olarak, biyosömürgecilik kavramına pek sıcak bakmadığınızdan bahsediyorsunuz. Sömürgecilik sonrası ve dekolonyalizm yaklaşımına dair genel fikriniz nedir, araştırmalarınızın sonucunda ortaya çıkan resmi, neden biyosömürgecilik olarak adlandırmak istemiyorsunuz?

Bu sorunuzun iki veçhesi var ve bunlardan biri daha dolaylı, ona nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum çünkü bu konu üzerine daha yeni düşünmeye başladım. Dolayısıyla söylemek üzere olduğum şeye ihtiyatla yaklaşın.

Bana kalırsa, postkolonyal yaklaşımın erken dönemiyle şu anda dekolonizasyon denen şey arasında politik açıdan pek çok önemli fark söz konusu. Ayrıca bu farkların nereye uzandığına dair henüz anlamlı bir tartışma yürüttüğümüzü düşünmüyorum, bu yaklaşımlar arasında dayanışmaların da örülmesi gerek. Ancak bu yaklaşımlar arasında siyasi strateji açısından pek çok antagonizma olduğuna inanıyorum, bu yaklaşımların hepsinin karmaşık şecereleri var ve tezahürleri de kullanıldıkları yere göre farklılaşıyor. Yine de kabaca söyleyecek olursak, kendimi de ait hissettiğim postkolonyal yaklaşımda bir tür ‘‘Avrupa’’ mirası -Avrupa çıkışlı toplumsal teori, liberal temsili demokrasi ve politik modernliğin kurumları, ve her şeyden öte Aydınlanma’ya özgü değerler sistemi- kaçınılmaz. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama bu mirasın düşünme, öğretme ve öğrenme, politik olanı tahayyül etme hallerimize sirayet etmiş olgusallığını sırf kendi dileklerinizde defedemezsiniz. Dipesh Chakrabarty’nin Provincializing Europe kitabındaki temel argüman budur. Sömürgecilik karşıtı politik ödevimiz bu mirasın reddi ya da tanınmaması değil, onu, yüzünü daha adil bir toplumsal düzene dönmüş güncel politik talepler doğrultusunda elden geçirmektir.

Bütün bunların benim ve akademik çalışmalarımın politik boyutları için anlamı şudur: Avrupa-Amerika çıkışlı (özellikle beyaz erkek) entelektüel şecerelerle arasındaki bağları silen dekolonize edici disiplinler oluşturmayı fikir ya da ilke olarak benimsemem ve benimseyemem. Bu şecerelere ait metinlerin söyleyecekleri şeyleri sevmeyebilirsiniz, onları eleştirebilirsiniz ama bu da bizim mirasımızın bir parçası, bizler düşünmeyi böyle öğrendik. Etnografiyle daha geniş anlamda ilişkilenme halimi düşününce, ki ‘‘postkolonyalist’’ bir yerde duruyorum, liberal temsili demokrasi kurumlarını anlamaya büyük önem veriyorum; onları sadece sömürgeci diye reddetmek yetmez. Bu kurumlar belki “Avrupalılar” ama bu durum günümüz sömürgecilik-sonrası düşüncesi açısından daha az anlamlı oldukları anlamına gelmiyor.  Dekolonyalist düşüncenin bazı hatlarının politik modernlikle olan ilişkileri benimkine göre bir hayli farklı ve çok daha çatışmacı ve bu hatların öyle konumlanmalarının haklı sebepleri var. Liberalizmin aygıtlarıyla ilişkilenme adına post- ve dekolonyal düşünce ve eylemlerin ilişkilenmeleri çok farklı hatlardan geliyor ve unutmamalıyız ki bu ilişkilenmelerin içinden çıktıkları sömürgecilik ve yerleşimci sömürgecilik tarihleri de birbirinden çok farklı. Diğer bir deyişle, ‘‘post-‘’ ve ‘‘de-kolonyal’’ düşünce meselesi, dile getirildiği bağlamların kendilerine özgü köklü politik tarihlerini ve maddi-manevi yatırımlarını yansıtıyor. Bana göre, sömürgeciliğin eleştirisi adına farklı yaklaşımlar arası oluşturulacak dayanışmalar çok önemli, ama aynı zamanda politik modernliğin kurumları ve epistemolojileriyle eleştirel anlamda angaje olmanın farklı türlerini geliştirmek de bir o kadar meşru.

En son kitabınızın başlığında da geçtiği haliyle ileri sürdüğünüz ‘farmokrasi’ kavramını nasıl tanımlarsınız?

Ben kavramları tanımlamam aslında [gülüyor]. Bütün bu kavramlar başka şeylerin yerini tutan şeyler sadece (placeholder). Pharmocracy, diğer çalışmalarım gibi, ilaç geliştirme süreçleri ve küresel ilaç endüstrisinin bir tür politik ekonomi analizi. Kitabı yazarken benim için daha da belirgin bir hal alan şeylerden biri de aslında demokrasilerde biyotıbbın şirketleşmesi, tekelleşmesi ve finansallaşması üzerine yazdığımı fark etmemdi. Sağlık sermayeleştiğinde ve şirketleştiğinde, bunun sağlık açısından çıkarımları nelerdir? Ama bir de şu soru söz konusu: Sağlık sermayeleştiğinde, şirketleştiğinde ve finansallaştığında bunun demokrasi açısından çıkarımları nedir? Sorunun finansallaşma kısmı özellikle önemli. Dolayısıyla ‘‘farmokrasi’’, demokrasi meselesi hakkında bir tür durmaksızın kaygılanma hali aslında. Postkolonyal bir entelektüel olarak demokrasinin ne anlama geldiği, neye benzediği sorularını önemsiyorum.

Buna bağlı olarak, dediğiniz gibi, sağlık sermayenin çıkarları için soyutlanıyor, bedenli halini yitiriyor. Peki bu soyutlama nasıl gerçekleşiyor? Bu elbette çok kapsamlı bir soru ama sermaye mantığı, bedenlerimizi, bizzat bedenli deneyimlerimizi anlamamıza ne şekilde müdahil oluyor?

Yine, bu soruyu iki şekilde düşünebiliriz. Bunu anlamanın ilk yolu bence Marx okumak. Sermaye nasıl bir soyutlama aygıtıdır? Yani, sadece sermaye nasıl soyutlamalar yapar değil; sermaya bedenli öznel varlıktan değeri nasıl soyutlamaya ihtiyaç duyar? Kendini sermayeye dönüştürmeye, emekten değeri soyutlamaya, sağlıktan değeri soyutlamaya ve dolayısıyla kendini değerli kılmaya (self-valorize) neden ve nasıl ihtiyaç duyar? Bu, sermayenin temel dinamiğidir, sermayenin mantığına içkindir. Genelde sermayeye özgü mantık dediğimde, yanlış anlaşılıyorum, Marx da bu açıdan yanlış anlaşılmıştı, sanki “ah, belirlenimcisin, işler böyle olur diyorsun” deniyormuş gibi. Ben öyle demiyorum, Marx da öyle demiyor, bizler sermayenin kendine özgü bir dinamiği var diyoruz. Sermayenin sermaye olmak için kendini değerli kılması, kendi kendini çoğaltması gerekir. Yabancılaştırdıklarının bedensel potansiyelini kendine temellük etmesi gerekir. Bu söylediklerim Moishe Postone’un Kapital okumasına da yansımıştır. Postone, Marx’ın sermayenin belli dinamikleri olduğunu, bu dinamikler yokmuş gibi davrandığınızda onu yenemeyeceğinizi bize gösterdiğini düşünüyor. Bunlar güçlü dinamikler, bu yüzden onların gerçek olduğuna kani olmanız lazım.

İkinci yol ise sorunuzu dünyada bu soyutlamalar nasıl gerçekleşiyor diye sormak. Bu tarihsel, etnografik ve ampirik bir soru. Ve şu soruları beraberinde getiriyor: sermayeye içkin bu dinamikler, nasıl oluyor da yaşadığımız dünyada bu kadar güçlü hale geliyor, yaşamlarımızı şekillendiren kuralları, sağduyularımızı yapılandırıyor? Bu, sermayeye içkin dinamiklere yönelttiğimizden biraz farklı bir soru. Ampirik ve politik bir soru, sermayeyi örgütleyen kurumların neler olduğu sorusuyla da alakalı. Ve cevaplarının da politik olması icap ediyor..

Sizlere komünist değil, sosyal demokrat bir alternatif sunayım. Bernie Sanders, ABD’de devletin herkes için sağlık hizmeti (Medicare for all) sunması gerektiğini söylüyor. Sanders’ınki yararlı bir öneri. Bence politik olarak azımsanmayacak derecede destek alıyor ve bu komünist bir çözüm değil. Daha ziyade Avrupa refah devletçi sosyal demokrat bir çözüm. Yani, burada antikapitalizmden bahsetmiyoruz. Sadece refah devletçiliğinin belli bir derecesinden bahsediyoruz. Bu bahsettiğimiz elzem bir politika ve Amerika’daki siyasi söylemin parçası oldu, her ne kadar Sanders Demokrat Parti’nin başkanlık adayını kazanmış olmasa da. İşte bu yüzden, geçtiğimiz aylarda şöyle bir siyasa yapım tartışması giderek önem kazandı: kamusal sağlık hizmetleri herkesi kapsayacaksa, bu uygulama özel sağlık sigorta sisteminin toptan yerini mi alsın yoksa devletin sunduğu sağlık hizmetlerinin özel sağlık sigortalarını tamamlayıcı işlevi mi arttırılsın? (Demokrat Parti’nin mevcut başkan adayı Joe Biden’ın pozisyonu bu ikincisi gibi görünüyor.) Yani, sağlık bakımı toplumsallaşacak mı yoksa farklı opsiyonlardan ibaret bir serbest piyasa yaratıp kamusal sağlık sigortasını da serbest piyasadaki diğer opsiyonlarla rekabet eden diğer bir opsiyon olarak mı sunacağız? Ben bir Marksistim, ama yine de ABD’nin mevcut kurumsal düzeneklerini göz önünde bulundurunca, serbest piyasayı da içeren yanıtın bu noktada nispeten daha iyi bir siyasa sunduğunu düşünüyorum. Çünkü zaten mevcut olan bir sistemin üzerine bir şeyler inşa etmektense topyekûn bu sistemden kurtulup yeni bir sistem kurmak, daha büyük sarsıntılara yol açacaktır. Diğer bir deyişle, belli tarihsel koşullar altında sermayeleşme oranı azaltılmamış bir sağlık hizmetleri sisteminin daha mantıklı olacağı iddia edilebilir.

Şimdi sorulması gereken politik ve kavramsal sorunun zemini değişti: tek bir kaynaktan ödemelerin yapıldığı, ilkesel olarak devlet tarafından yürütülecek bir sisteme kıyasla daha verimsiz, sömürücü ve dışlayıcı olan bir serbest piyasa sistemi, her şeye rağmen pratikte neden daha mantıklı gelebiliyor? Kapitalist üretim tarzlarını ve ilişkilerini, bu sistemden çıkmanın bunca şeye mal olmasını sağlayacak kadar güçlü bir biçimde kurumsallaştıran tarihçeler nelerdir?

Söyledikleriniz çok ilginç, neden böyle bir sisteme sahip olduğumuz ve bunun nasıl bu kadar güçlü bir biçimde kurumsallaşmış olduğu. Bu ilksel birikime dair sorulara kadar geri götürülebilir, üretim tarzı (mode of production), birinden diğerine geçiş -tabi buna ne kadar geçiş diyebilirsek. Bu ‘geçiş’in Hindistan’da nasıl gerçekleştiğini de düşünebiliriz. Hindistan’ın uzun yıllara dayalı bir sağlık yaklaşımı var. Vedalardan gelen Ayurveda isimli bir sağlık sistemi de söz konusu, sağlığa dair sömürgecilik öncesi bir anlayışınız da mevcut. Bu bilgiyle -ki sanıyorum buna bir tür bedenleşmiş (embodied) bilgi diyebiliriz, yeni ve daha finansallaşmış yaklaşımlar arasındaki ilişki nedir? Bu ikisi arasında çelişkiler, ihtilaflar neler? Yoksa ilki ikincisi tarafından tamamen temellük edildi mi? Onun dışında kalan bir şeyler hala var mı?

Bu soruya sizin sorduğunuz haliyle yanıt veremem çünkü benim uzmanlık alanımın dışında kalıyor. Bu konularla ilgileniyorsanız Jean Paul Gaudillière’in çalışmalarını okumanızı öneririm. Son birkaç yıldır Ayurveda üzerine çalışıyor. Gaudillière ve ben Biosocieties dergisi için özel bir sayı hazırlamak için işbirliği yaptık. Sayı değerlendirme aşamasında, yakında basılacak. Sayıdaki bazı makalelerin sizin sorunuza yanıt vermek için yardımcı olacağını düşünüyorum.

Pharmocracy’de ileri sürdüğüm argüman da sorunuzun cevabıyla kısmen örtüşüyor. Bugünkü, küresellemiş haliyle ilaç üretim biçimlerine yönelen başlıca eleştirilerden biri Hindistan jenerik ilaç endüstrisi tarafından yapılıyor. Bu jenerik ilaç endüstrisi de piyasadaki çıkarlarını gözeten kapitalist bir endüstri. Jenerik endüstrisi, tarihi boyunca, ilaçlara gerekenden ve kamusal bir endüstrinin biçeceğinden fazla fiyatlar biçti. Yani, jenerik ilaç endüstrisi de tedavileri tamamen erişilebilir kılmıyor; bütün piyasa sistemlerinin beraberinde getirdiği kısıtlamalara sahip. Piyasa sisteminden faydalanmak için o piyasada satın alma kapasitesine sahip olmanız gerek, Hindistan’da pek çok insanın böyle bir gücü yok. Hint nüfusunun %30’u tamamen piyasanın dışında zaten. Dolayısıyla, jenerik ilaç endüstrisi adına bahaneler üretmiyor, ya da Avrupa-Amerika çokuluslu ilaç şirketlerinin özütleyici (extractive) politikalarına karşı kurtarıcı rol oynayacağını öne sürmüyorum, özellikle ilaç fiyatlandırmadan bahsediyorsak.

Yine de Hindistan jenerik ilaç endüstrisinin Büyük İlaç Şirketlerinin (Big Pharma) ilaç fiyatlandırma pratiklerine yönelik geliştirilecek eleştirilerin başlıca ve politik olarak önem teşkil eden, kaynaklarından biri olduğunu düşünüyorum. Bu eleştiri ilaçların ücretlendirilmesiyle ilgili, temelde tekele dayalı iş modeliniz, ilaçları üretim maliyetlerinden çok daha fazla ücretlendirmenize mahal veriyor, bu da bu ilaçlara ihtiyaç duyan geniş kesimler için tedaviyi erişilemez kılıyor diyor. Bu verimli bir piyasa mekanizması bile değil. Uzun yıllar boyunca Hint ilaç şirketlerinden Cipla’nın başında yer alan Yusuf Hamied, Hindistan 1970’de [ilaç ürünü yerine işlemi odaklı] süreçsel patentleme sistemine geçtiğinde şunu söylemişti: O zamanlar piyasaya hakim olan çok-uluslu ilaç şirketleri bu uygulamadan sonra da ülkede kalabilirdi. Hindistan’da kalıp serbest bir piyasada rekabet ederek ilaçlarının fiyatlarını düşürmelerinin önünde hiçbir engel yoktu. Bunun yerine, neredeyse tamamı piyasayı hepten terk etti, piyasayı Hintli oyunculara bıraktılar. Neden? Bu serbest piyasa mantığıyla düşününce bile anlamsız geliyor, küresel piyasa yayılmacılığı bakış açısından bile yani. Jenerik ilaç endüstrisinin getirdiği eleştiri, Big Pharma’nın güttüğü ilaç üretim şeklinin ne adaletli ne de verimli olduğuna işaret ediyor. Biyokapitalin “kapital”inin eleştirisi bu.

Ancak Gaudillière, Ayurveda üzerine çalışmasında biyokapitalin “biyo”suna eleştiri getiriyor.  Öne sürdüğü argümana göre, Big Pharma’nın benimsediği, biyolojik kullanım değeri (use value) anlayışına dayanan, biyomedikal üretim modu hastalıkların tedavisi için en uygun olanı değil. Kapitalist üretim modunda, kullanım değeri değişim değeri tarafından içerilir, değişim değeri de üçüncü bir değer türü tarafından içerilir: artı değer. Diğer bir deyişle, metaların işe yararlılıklarının (utility) bir önemi yoktur, önemli olan değiştirilebilir olup olmadıklarıdır. Yani, nitel özelliklerin yerini nicel özellikler alır. Bahsettiğim çalışmasında Gaudillière, ayurvedanın (ki kendisi de somut anlamda piyasalaşmıştır) mevcut tartışmanın zeminini kullanım değerine geri getirdiğini söylüyor. Artık ayurveda endüstrisi de kendi başına büyük bir endüstri. Hap ilaçlar yapıyor, bunları şişeliyor, klinik çalışmalar yürütüyor, bu ilaçları eczanelerde satıyorlar ki yani üretim modu yine bir tür sermayeleştiren bir üretim modunun izini sürsün. Ancak burada sözünü ettiğimiz yeni ortaya çıkan eleştiri biyokapitalin “kapital”ine değil “biyo”suna dönük bir eleştiri. Bence bu çok ilginç.

Kendi değer analizinizin de etik ve normatif bir boyutu var. Etik ve normatif çerçevede değerden bahsedebilir misiniz? Bahsi geçen değer sermaye mantığına karşı nasıl kullanılabilir?

Etik sorusu etnografik araştırmayı ilgilendiriyor ve yine, kurumsal aktörleriyle ilişkisi dahil, dünyada soyutlama nasıl gerçekleşir sorusuyla bir arada gidiyor. Etik ve ahlaki açıdan derinlemesine bir ortamda işleyen bir soru bu. O yüzden, sermayeleşmiş üretim tarzı ve ilişki yapıları ahlaki açıdan yüklü bir alanda cereyan ediyor. İnsanlar, ihtiyaç duydukları ilaçlar var olsa da, o ilaca erişimleri olmadığından öldükleri zaman, bu durum ilaç üretim ve dağıtımının küresel politik ekonomisinin yeniden yapılandırılması için geliştirilecek ahlaki eleştiri ve politikaların oluşturulması için çok güçlü bir zemin oluşturur. Sağlık ve hastalık, yaşam ve ölüm etrafında dönen ahlaki muhasebelere dayanan, şirketlere kurumsal hayır işlerine girmeleri için baskı uygulamaktan tutun devletlerin ilaçlar için zorunlu lisanslar çıkarmasına, böylece fikri mülkiyet rejimini bozmalarına kadar pek çok müdahale söz konusu olmuştur. Dolayısıyla, etik ve ahlak, ilaç sermaye rejimlerinin köklü anlamda şirketleşmiş tekellerine karşı çıkan politik zemine imkan sunar.

Bununla beraber, etik düzenli olarak sermaye tarafından kullanılagelmiştir. Sermayenin işlevselliği meselesi, her zaman bir temellük etme meselesidir. Dolayısıyla, küresel sermayeyi yaymak için sermayenin etiği temellük etme biçimleri, sistemin klinik deney düzenlemelerini etik olarak uyumlandırması da dahil, benim Pharmocracy’deki başlıca dertlerimden birini oluşturuyor. Constant Gardener filminde de geçen, etiğin sermayeyi kısıtladığı ve bu yüzden dünyanın başka yerlerinde etik olmayan çalışmalar yürüttüğü fikri mesela. Aslında bu şirketlerin dünyanın geri kalanında etik olmayan deneyler yapmak istemediğini görüyoruz, çünkü bu da beraberinde bir sürü skandalvari sorun getiriyor. Tanım ve kapsamını belirlediğinizden emin olduğunuz kendi etiğinizi inşa etmek çok daha iyi: hesap edilebilir bir risk ve fayda akılcılığına dayanan, işler ters gittiği zaman şirketleri sorumluluklarından azad eden kontratların dayatılmasıyla denetlenen bir tür bilgilendirilmiş rıza (informed consent). Böylece etik, sürecin parçası olarak temellük ediliyor çünkü hem etik alt-yapı sahasını genişletiyorsunuz hem de bunu kendi etik tanımınız üzerinden yapıyor, başka tanımların buna müdahil olmasına izin vermiyorsunuz.

Aslında etik olanın ne olduğuna siz karar verdiğinizden etik-dışı sahada iş yapmamış oluyorsunuz yani. Bununla bağlantılı başka bir konuya geçecek olursak, değer analizinizde, değerin bilgiyle ilişkisinden bahsediyorsunuz. Bu ilişkiyi nasıl çerçevelendirirsiniz? Bilginin sadece değer haline gelerek değil aynı zamanda belli değer ve siyaset tezahürlerince silindiği anda da önemli olduğunu söylüyorsunuz. Bu tarz tedavisel (therapeutical) değer yaratımı vasıtasıyla ne tür bir bilgi erişilebilir veya erişilemez kılınıyor?

STS araştırmaları yürüttüğüm için bu bilgi sorusu bana her daim ilginç gelmiştir. Yani değer hiçbir zaman kendi başına üretilmez, hep başka şeylerle birlikte üretilir, bilgi dahil. Yakın zamanda bu bilgiyle eklemlenen değer sorusu hakkında düşünmek için bir makale yazdım, Political Concepts dergisinin gelecek sayısında yayınlanacak.

Bu makale, 2011 ile 2014 arasında bir grup meslektaşımla düzenlediğimiz, bilgi/değer teması etrafında şekillenen atölye serisinin devamı. Atölyelerdeki konuşmalarımızda, değerle bilginin ortak üretimini birlikte düşündük (https://knowledge-value.org/). Bu konuşmaların içeriğinde de gördüğünüz gibi aslında bilim çalışmaları ve onun müttefiki araştırma alanlarında bilgi/değer sorusuna yönelik geliştirilmiş çok farklı yaklaşımlar söz konusu.

Burada da kısaca belirteceğim gibi bilgi/değer ilişkisi hakkında düşünmek adına geliştirdiğim yaklaşımın iki kanadı var. Bunlardan biri, bilgiyi araştırma üniversitelerinin şirketleşmesi, yaşam bilimleri araştırmalarının sermayeleşmesi gibi işlemler kapsamında değer tarafından temellük edilen bir dışsallık (externality) olarak düşünmek. Bu kapsam alanına Mertoncu bilimin sermayeleşmiş bilim tarafından temellük edilmesini de ekleyebilirsiniz. Sermaye bu dışsallıkları kendine temellük eder, bunun nasıl gerçekleştiği ampirik, tarihsel ve etnografik bir sorudur. Bahsettiğim bilgi/değer atölyeleri sonucu ortaya çıkan makaleler serisine bakacak olursanız, bu bilginin temellük edilmesi sorusuna çok farklı yaklaşımların geliştirildiğini görürsünüz.

Aynı soru hakkında düşünmenin ikinci yolu ise bir tür Marksist okumadan geçiyor. Ben şahsen Marx’ı bir epistemolog olarak görüyorum, çünkü onun politik ekonomi analizi aynı zamanda epistemik bir eleştiriydi. Bu yüzden, Kapital’e Politik Ekonominin bir Eleştirisi alt başlığı verilmiştir. Kapital sadece kapitalizm eleştirisi değildir, sermaye eleştirisi de değildir. Sermayenin kendine has dinamiklerini açıklar. Sermaye dinamiklerini emeğin yetersiz bir biçimde iş için yeniden ücretlendirildiği (remunerated) denk değişim (equivalent exchange) sistemi olarak anlamamızı sağlayan bir bilgi biçiminin eleştirisi. Yani, Kapital epistemik bir eleştiridir ve Marx orada epistemolojinin emek sömürüsünü doğallaştırdığını ve gizlediğini söyler. Değer üretiminin kalbinde bu vardır. Yani, Marx daha önce bahsettiğimiz bu değer dinamiklerini bize gösterdiğinde, aslında politik ekonominin bir bilgi üretimi alanı olarak nasıl doğallaştırıldığını da gösterir.

Kaçınılmaz soru: Sağlık ve değer/bilgi ilişkisine dair analizinizde Foucault nerede duruyor? Artı sağlık (surplus health) analizinizde artık Foucault’ya ihtiyaç duymuyor musunuz? Sizce Foucault’dan giderek uzaklaşıyor muyuz?

Ben asla şu ya da bu kuramcıya ihtiyaç duymadığımızı söylemem. İnsanlar belli amaçlar doğrultusunda başkalarıyla birlikte düşünür. Bir tür analizin değerini kanıtlamak için başka türden bir analizin yanlış olduğunu kanıtlamaya dayalı akademik çalışma biçiminden hoşlanmıyorum. Benim için önemli olan Marx haklı mıydı değil miydi sorusu değil, belli bir teorisyenin analiz metodunun bana hangi sorulara yanıt vermede yardımcı olduğu sorusudur. Joe Dumit’in artı sağlık analizi (surplus health) biyopolitikanın mantığına aykırıdır. Bir ilaç şirketiyseniz nüfusu umursamak çok kötü bir fikirdir, değil mi? Bu durum Foucault’nun başka sorular için faydalı olmadığı anlamına gelmiyor ama mesele reçete sayısının azamileştirmesine varan değerin azamileştirilmesi olduğunda, Foucault bize yardımcı olmuyor.

Daha önceki kitabım Biyokapitalde Foucault ile birlikte çok düşünmüştüm. O kitap için çok temel bir yerde duruyordu. Ama Pharmocracy’de sorduğum sorulara cevaplar üretirken, bana Foucault’dan çok Marx yardımcı oldu. Bu, Foucault’nun konuyla alakasız olduğu anlamına gelmemeli. Pharmocracy’de sorduğum ampirik sorulardan biri de biyopolitika ve biyosermaye arasındaki ilişki ve biyokapital rejimleri altında biyopolitikaların nasıl gerçekleştiğiyle ilgiliydi.

Son olarak, kitabınızda farmokrasi analizini Gramsci’nin hegemoni kavramına dayandırarak kuruyorsunuz. Gramsci’de sivil toplumun devlet karşısında nispeten sahip olduğu gücün karşı-hegemonya bağlamında önem kazandığını görüyoruz. Siz sivil toplumun, aktivist örgütlerin Big Pharma karşısındaki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Karşı-hegemonya modellerine örnek verir misiniz?

Burada üç şey söyleyeceğim. Öncelikle, ‘sermaye küreseldir, sivil toplum ulusaldır veya lokaldir’ tuzağına düşmememiz gerektiğini vurgulamak isterim. Küresel sivil toplum küresel ilaç politikalarının önemli bir bileşeni. İkincisi ise, sermayeleşmiş üretim tarz ve ilişkilerine karşı duracak yönetimsellik ve politik savunuculuk üzerine düşünüyorsak, hem farklı ulusal hukuk sistemlerinde karşılaştırmalı olarak hem de ulusötesi hukuk ve idare çerçeveleri kurma ihtimali açısından hukukun üstlendiği rolü düşünmeden bunu yapmanın bir yolu olmadığıdır. Bence bu, politik düşünce ve eylem çok önemli bir alan, hem de pek çok açıdan. Söylenecek üçüncü şey -ve bu yakın geçmişteki postkolonyal/dekolonyal düşünce tartışmalarına gidiyor- şu anda pek çok solcu eleştirmenin Gramsci-karşıtı bir damardan bizzat sivil toplum fikrine veya idealine karşı belli bir alerji geliştirdiğini görüyorum. Partha Chatterjee’nin sivil toplum yerine “politik toplum” ifadesini kullanmasının etkileri ve sivil toplumu kitlesel demokratik ifade biçimlerini kısıtlayan bir yapı olarak düşünme biçimleri, bu söylediğim şey adına çok önemli. Yani burada oldukça mühim bir kavramsal ve politik soru var, bu aynı zamanda ampirik bir soru: kitleler karşısında sivil toplumun yeri nedir? 19. yüzyıldan itibaren kitlenin modern siyasi kuramın muhtemelen en yüklü kavramsal sorularından biri olduğunu anımsayalım. Yani, sınıflar ve kitleler arasındaki ilişki nedir sorusu -ki bu Marksçı politikaların uğraştığı en eski sorulardan biridir- karmaşık bir sorudur ve de bu meselenin merkezinde yer alır.

Yayına Hazırlayan: Mehmet Ekinci, Cornell Üniversitesi, Bilim ve Teknoloji Çalışmaları, Doktora Adayı